24 Mart 2024 Pazar

BİZ KABA TÜRKÇEYİ SEVERİZ

 

Sıbyan ve İbtidaî mektepleri öğrencilerine yönelik çıkarılan “Çocuklara Kıraat” adlı mecmuada önemli bir not gördüm. Tanzimat devrinin başından itibaren belirli çevrelerde çok önem verilen Türkçenin sadeleştirilmesi çabalarına 1882 yılından kalma güzel bir örnek olması bakımından aşağıdaki kupürü paylaşıyorum.
Öğrencilerin, Türkçesi varken Arapça ve Farsçadan alınma kelimeleri kullanmamaya, tumturaklı ibarelerden uzaklaşmaya, asırlarca “Kaba Türkçe” denilerek yazı dilinden kovulan öz Türkçe’nin kullanılmasına özendirildiği anlaşılıyor.
Hiçbir şey gökten zembille inmiyor. Her yenilik, her değişiklik, uzun bir zaman içerisinde, sindirile sindirile, uğraşıla uğraşıla topluma mal edilebiliyor. Dilimizin sadeleştirilmesi de böyle oldu. Kimi zaman doğal akıştan uzak, aşırıya kaçan eylemlerle kesintiye uğramak üzereyken sağduyu galip geldi de orta yola yakın bir seyir takip edilebildi.
«İşbu bilmece Kadıköyü’nde Mekteb-i Halile-i Mahmudiye şakirdânı efendilerle talebâtı hanımlar taraflarından tertip olunarak en evvel kim bilirse ona yaldızlı bir nüsha kitap vereceklerdir. Kitap matbaamıza gönderilmiştir. Varaka-i hilyeler Cumadelevvel’in beşinci Cuma günü akşamına kadar kabul olunup ondan sonra gönderilecekler kabul olunamayacaktır. Varakaları siz yazmalısınız. Başkalarına yazdırmamalısınız. Kaba Türkçe olsun. Ağızdan nasıl çıkarsa öylece yazınız. Bizce asıl inşa ve kitabet o demektir.
Biz öyle yazanı severiz. Hatta ismini bile risaleye yazarız. İcabı halinde hediye bile veririz. Ha! Efendilerimiz bazı varakalar matbaaya gönderilmeyip öteye beriye bırakılıyor. Sonra elimize geçmediğinden ve isimleri risaleye yazılamadığından tekdir olunuyoruz. Bir daha bu tekdire müstahak olmamaklığımız için varakaların doğruca matbaaya gönderilmesini suret-i mahsusada rica ve istirham ederiz. »




RAMAZAN AYINDA SİGARA YASAĞI


1861 yılında Şirket-i Hayriye tarafından, Boğaziçi'nde işlettiği vapurlara "Ramazan'da sigara içmek yasaktır" ilanı asılmış. Birileri bu ilanları yırtıp atınca mesele Sadaret'e (Başbakanlık) yansımış. Oradan da Ticaret Nezareti'ne yazılan aşağıdaki yazıyla "Böyle kafanıza göre iş yapmadan Babıali'ye bir kere danışın. Vapurlara Müslümanlar bindiği kadar, ecnebiler de gayrimüslimler de parasını verip biniyor. Siz bu yasağı Müslümanlar için yazsanız da vapurdaki yabancılar, gayrimüslimler kulak asmayınca, uyduruk bir yasak olarak hükümetin nüfuzunu kırıp, zayıflatacak. İyisi mi siz bunu hiç yazmamış gibi davranın, yırtılan ilanların davasını gütmeyin" cevabı verilmiş.
«««Bu belge (Sadaret/Başbakanlık) tarafından Ticaret Nezareti’ne gönderilen tezkirenin müsveddesidir. Müsveddeyi Sadaret Mektupçusu / Başbakanlık Özel Kalemi Müdürü kaleme alır. Sadrazama sunar ve o gerekli gördüğü yerlerde düzeltmelerini yaptıktan sonra müsvedde son haliyle temize çekilerek ilgili birime gönderilir. Temiz nüsha gittiği birimin, müsvedde nüsha gönderen birimin kaleminde kalır ve arşivlenir. Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa, belgenin düzenlendiği tarihte sadrazamdır. Mektupçunun düzenlediği müsvedde, aynı kalem ve el yazısıyla tashih edilmiş. Bu durumda sadrazam tashihleri mektupçuya şifahen belirtip kaleme aldırmış olmalıdır. Osmanlı Arşivi’ndeki Ticaret Nezareti fonunun analitik tasnifi olmayıp dosya usulü bir tasnif olduğundan, bu belgenin Sadaret’ten gönderilen temiz nüshasının aranıp bulunması uzun bir süreye muhtaçtır.»»»




KEÇECİZADE FUAT PAŞA'NIN FRANSIZCA KONUŞMA BECERİSİ


Yurtdışında bir ülkeye ordusunun başında sefer maksadıyla giden padişahların haricinde, resmi çerçevede yabancı bir ülkeyi ziyaret eden ilk ve tek padişah Abdülaziz’dir. Sultan Aziz 1867 yılında 3. Napolyon tarafından Uluslararası Paris Fuarı’nın açılışına resmen davet edilmiş ve bu daveti kabul eden padişah gemiyle Fransa’ya gitmiştir. Oradan İngiltere’ye geçer ve ülkeye dönüşü Belçika, Prusya ve Avusturya üzerinden olur. Kalabalık bir maiyetle gerçekleşen bu gezinin safhalarından İstanbul gazeteleri günü gününe okuyucularını haberdar etmiştir.

Bu gazetelerden Ruzname-i Ayine-i Vatan’ın 19 Rebiülevvel 1284/21 Temmuz 1867 tarihli 46 numaralı nüshasında Keçecizade Fuat Paşa’nın Fransızca konuşmasını çok başarılı bulan İmparator 3. Napolyon’un Sultan Abdülaziz ile birlikte gezerken Şark dilleri mütercimini yanına almadan gezdiği haberi veriliyor.

«Fransa İmparatoru, übbehetlü devletlü Fuad Paşa hazretlerinin Fransız lisanını tekellümde olan talakatlerini ziyade beğenmiş ve bu cihetle elsine-i Şarkıyye mütercimini Zât-ı Hümâyûn-ı Mülûkâne ile beraber gezdiklerinde hiç yanına almamıştır.»








HATT-I HÜMAYUN TASNİFİNDEKİ HİTABET TEVCİHLERİ

 

Günümüzde Osmanlı Arşivi’ndeki “Hatt-ı Hümayun Fonu”nun ilk nüvesi Tanzimat devrinde Hazine-i Evrak kurulduktan sonra ilk nazır Muhsin Bey zamanında tasnif edilen evrak grubudur. Vaktiyle konuldukları sandıklara ve sandık içindeki evrak tomarlarına göre numara almış olan bu evrakı ilk kullananlar, mesela Uzunçarşılı, kullandığı Hatt-ı Hümayunlar için sandık numaralarına göre referans vermiştir. O ilk tasnif 1970’lere kadar birkaç defa elden geçmiş, orijinal sandık numaraları değiştirilerek yeni numara verilmiş, bu arada tomar ve “vak’a dosyası” halinde derli toplu bir şekilde bulunan evrak dağıtılarak her gömleğe bir belge gelecek şekilde yeniden tasnif edilmiştir. 2010 veya 2011 yılına kadar kullanılan HAT fonu belgeleri bunlardan ibarettir ve tasnifin dosya sayısı 1445 olup en son hatt-ı hümayun numarası 59448’dir.
Arşiv’in 1986-87’de yeniden yapılandırılıp tasnif faaliyetlerinin hızlandırılmasından sonra ortaya çıkan veya 19. yüzyıldaki ilk tasnif çalışmalarında tasnif dışı bırakılan bir hayli belgenin de HAT fonuna eklenmesine karar verilince zaten orijinal olmayan ve kısmen hatalı eski numara sistemine devam etmek anlamsız olacaktı. Güncel “Tasnif Talimatnamesi” uyarınca dosya/gömlek numarası verilen 16500 civarında yeni Hatt-ı Hümayun belgesiyle HAT fonu son şeklini aldı. Yeni eklenen belgeler 1446-1666 dosya numaraları altında araştırmaya açıldı.
Bu girişi niye yaptım? Yeni tasnifteki Hatt-ı Hümayunların neredeyse 1/3’ünün sadece ve sadece Anadolu’nun dört bir yanındaki köylerde “mescitlerin camiye tahvili” meselesine ait olmasından dolayı yaptım. Eski tasnifçiler nedense bu konudaki belgeleri tasnif dışı bırakmışlar. Oysa günümüzde Anadolu’daki birçok yerleşim yerinin tarihiyle birebir alakalı bu belgeler asla ihmal edilmemeliydi. Hatta bazı köylerin defter kayıtları haricinde belge üzerinde adları sadece bu hatt-ı hümayunlarda geçiyor. Bu mesele İslam Fıkhı ile alakalıdır. İslam dininin Arap yarımadasından çıkıp geniş bölgelere yayılmasıyla ortaya çıkan hukuk sisteminde kurallar devlete göre oluşturulmaya başlandıktan sonra Cuma namazı kılınabilmesi için birçok şekil ve şart belirlenmiştir. Her mezhebin kuralları da birbirinden farklıdır. Anadolu topraklarına hükmeden Osmanlılar Hanefi fıkhını esas aldıklarından eskiden köylerde Cuma namazı kılınmazdı. Köylerdeki minbersiz ibadethanelere mescit denilirdi. O mescide usul ve kuralına uygun bir şekilde minber konulursa cami adı verilir ve ancak o zaman hutbe okunup Cuma kılınabilirdi.
Sistem şöyle çalışıyordu: Mescitte veya camide namaz kıldıran görevliye imam, camide minbere çıkıp hutbe okuyana hatip denilirdi. Bu iki görevi de uhdesine alan din adamı artık imam-hatip olurdu. Devletin din adamlarına ödediği bir maaş bulunmadığı için o mescide minber koyan hayırseverin hatip için makul bir ücret belirleyerek bunu temin edebileceği bir vakıf kurması gerekirdi. Bu şartlar yerine getirilse bile padişahtan berat alınmadan o camide hutbe okunması imkansızdı. Berât yazılması için de “hitabet tevcihi tezkiresi” adı verilen belge üzerine padişah kendi eliyle “izn-i hümayunum olmuştur” cümlesini veya benzerini yazarak izin verirdi. Böylelikle mescit camiye dönüşür ve hutbe okunabilir hale gelirdi. Malumdur, sikke gibi hutbe de Osmanlıda hâkimiyet alametlerinden biridir. Padişahın adı hutbede okunarak bir anlamda kutsanır ve tabi olunur. İşte bu tür belgeler yani Anadolu’da mescitlerin camiye tahvili/çevrilmesi Üçüncü Selim devrinde birden bire çoğalmaya başlıyor ve 18 yıllık iktidarının sonuna kadar giderek artıyor. Bununla da kalmıyor ve İkinci Mahmud devrinde o kadar artıyor ki eskiden her köy veya şehir mescidinin camiye çevrilmesi için tek tek belge düzenlenirken işlem hacminden dolayı 10-15 hitabet tevcihi tek kâğıda yazılıp hepsine birden aynı hatt-ı hümayunla izin veriliyor. Bu konu araştırılmayı fazlasıyla hak etmektedir. Ben araştıracak olanlara şimdilik bu kadar ipucu vermekle yetiniyorum.
Ekteki belge örnek olması için verilmiştir. Neredeyse üç asır boyunca aynı şekilde belge üretilmiştir. Buradaki belge Bursa'da Yıldırım Bayezid Camii hatibinin kendi isteğiyle görevini başkasına devretmesine Üçüncü Selim'in izin verdiğine dairdir. Padişahın "İzn-i Hümayunum Olmuştur" yazısı işaretlidir.



22 Şubat 2024 Perşembe

ZALEMEYE MUÎN MAZLUMA MÜHÎN

Bir sancağın müftüsü ve aynı zamanda bir medresenin müderrisi olduğu halde, başına geçtiği çete ile birlikte halka musallat olan ve aleni eşkıyalık ettiği için azledilen birinin sürgün edilmesi için 1706 yılında gönderilmiş bir fermanda "zalemeye muîn ve mazluma mühîn olduğu" ibaresiyle karşılaştım. Benzeri olaylara dair başka fermanlarda rastlamadığım bu ibare çok ilgimi çekti. Aslında ne güzel anlatıyor. Adaletli olmak insan olmanın şartlarındandır elbette ama bir kamu görevlisi için olmazsa olmazdır. Devletten aldığı yetkiyi "hukukun üstünlüğü" yolunda kullanmayıp, zalime yardımcı olup mazlumu aşağılayıp hakaret eden kişilerin teşhisi yolunda çok haklı ve isabetli bir formül. Cezası da sürgün hatta kalebent olmalı.




TÜRKLERİN MİLLİ OYUNLARINA NE OLMUŞTU


Türk milleti bir zamanlar oyunlarını bile unutmuştu. Bir nebze kırsal kesimde yaşatılabildi ama şehirlerde oturanlar unuttu gitti. Hatırlayanlar da ne nizam, ne düzen tutturamadan kara düzen oynarlar, seyretmesi eziyet olurdu. Tarihimizin eski sayfalarında kayıtlıdır, düğünde, bayramda, seyranda, kırda, bayırda, nevruzda, hıdrellezde hep birlikte oyunlar oynanırdı. Dini bayramlarda davul zurna eşliğinde kışlalarda bile oyun serbestti. Hatta teşvik edilirdi. Sonra ne oldu, ne bittiyse ortalıkta ne neşe kaldı ne de oyun… Kadızadeli zümresi külliyen oyuna karşıydı. Günahtır, haramdır, zinhar oynamayın, cehennem orada falan diyerek milletin bir kısmını adetlerinden, geleneklerinden soğuttular. Osmanlının son elli yılı zaten istibdat yönetimiyle geçti. Son on yılda istibdadın yanına bir de savaş ekleyin… Millette oynayacak hal mi kalmıştı. İşte bir aydının Cumhuriyetin ilk yıllarında kaleme aldığı Osmanlının son döneminden izlenimleri…
«Biz muallim mektebinde talebe iken İstanbul’a gelen Romen Darülfünunlarını misafir etmiştik. Konferans salonunda sık sık birbirimize müsamere verirdik. Bir gün kendilerinden milli oyunlarını rica ettik. Bir Romen genci sahnenin önüne gelerek arkadaşlarına bir şeyler söyledi. Derhal yirmi-otuz Romen genci sahnenin ortasında el ele, kıvrak coşkun bir oyuna başladılar. Hayretten birbirimize baka kaldık. Hepsi sanki yekdiğerine bağlı imişler gibi tam bir ahenk içinde hatasız oynuyorlardı. Romen ruhunun inceliğini her şeyden ziyade biz bu oyunlarla anlayabilmiştik.
O zamandan beri hasret çekiyoruz. Niçin Türk gençlerinin de bir arada oynayacakları milli bir oyunları olmasın. Ve bu oyun Darülfünun’umuza kadar bütün mekteplerimizde talim edilmesin.
Tekrar intihaplarıyla bize sürur ve ümit bahşeden kıymetli maarif vekilimizin her halde bu milli oyun meselesini de tetkik etmekte olduklarına kanaatimiz vardır.»




OSMANLI HARFLERİYLE OKUYAMADIK, LATİN HARFLERİYLE YAZIN OKUYALIM


Bir Alman’ın Adapazarı Fabrikası’nı ziyaret edeceği ve seyahat işlemlerinin yapılması Berlin Sefareti Ataşemiliterliği'ne bildiriliyor. Ne var ki sefaret mensupları, gönderilen yazıda adamın şehri ve şirketinin isimlerini okuyamamışlar. Tahmin ettikleri kadarıyla adres rehberinde de bulamamışlar. Sefaret, Osmanlı Ordusu Başkumandanlığından bu isimlerin bir de Latin harfleriyle yazılıp gönderilmesini istemiş. Başkumandanlık da meselenin sahibi Nakliye Kıtaları Müdürlüğüne gereğini yapın diyor. Aşağıdaki belgede adamın soyadını okumaya çalışın. Adı Hans’ı bildiğimiz için okuyabiliyoruz ama soyadı kaç farklı şekilde okunuyor. Nevciban, Nevciyan, Nucban, Nucyan okuyabildiğimiz gibi ilk hecenin o-ö-u-ü seslerinin varyantları olabileceğini de hesaplamalıyız. Adamın soyadını bilmediğimiz sürece hangi okunuşun doğru olduğunu ve Almancada nasıl yazıldığını asla bilemeyiz. Şirket ve şehir ismini kim bilir nasıl yazdılar ki Almanya’dakiler işin içinden çıkamamışlar.

Eski yazıda yabancı yer, şahıs, müessese isimlerinin okunması her zaman için müşküldür. Osmanlılar da okunuşunu bilmedikleri bir ismi okuyamıyorlardı. Birçok şehir ve devlet adamı ismini ancak harekeleyerek yazdıkları takdirde doğruya yakın telaffuz edebiliyorlardı ama bu yöntemi de çok seyrek uyguluyorlardı. 19. yüzyılda Tanzimat, 1. Meşrutiyet ve İstibdad devirlerinde Osmanlı Hariciyesi ile kendi dış temsilcilikleri arasındaki resmi yazışmalar Türkçe yerine Fransızca yapılıyordu. Tek sebebi okuma güçlüğü olmasa da resmi dili Türkçe olan bir ülkenin dış politika işlerini Fransızca yürütmesinde bu okuma-anlaşılma engelinin büyük etkisi vardı. Türkçesi zayıf gayrimüslim büyükelçiler ve Hariciye personeli ile telgraf muhaberatının Fransızca yürütülmesi yüzünden dış politikanın geliştiği, ilişkilerin arttığı bu çağda resmi dilimizi mecburen bir süre terk etmiştik. Kendi temsilciliklerimizle başkent arasında gidip gelen evrak yabancı ülkelerin temsilciliklerinden gelen-giden evraktan çok çok fazlaydı. Hariciye’nin tercüme büroları harıl harıl çalışıyordu ama çevirdiklerinin çoğu resmi dilimiz Türkçe’nin dışında Fransızca ile yazılan kendi yazışmalarımızdı.



19 Şubat 2024 Pazartesi

CEMAL PAŞA’NIN ÜSKÜDAR’DA ENTARİ YASAĞI


Tarihle aktüel düzeyde ilgili olan kamuoyunda Cemal Paşa’nın bilinirliği sorgulansa ve hakkında aklınıza ilk gelen iki madde nedir diye sorulsa zannederim “entari yasakları” ve “4. Ordu Âliye Divan-ı Harbi’nde idama yolladığı Arap isyancılar” cevabı verilir. Cemal Paşa 31 Mart ayaklanmasından kısa bir süre sonra 19 Mayıs 1909’da tayin edildiği Üsküdar Mutasarrıflığı’nda ilk işlerinden biri olarak ev kıyafetiyle, gecelik entarileriyle sokaklarda dolaşıp duranları hedefine koymuştu.
O yıllarda Türk erkeklerinde dünyadaki diğer benzerlerinden daha fazla bir entari düşkünlüğü vardı. Bugün pijamayla sokağa çıkmak nasıl ayıp karşılanıyorsa o vakitler entari ile sokağa çıkmak da ayıptı ancak zamanla bu ayıp ortadan kalkmış ve erkek milleti gecelik entarileriyle sokaklarda dolaşır, gazino kahvehane gibi yerlerde entariyle oturur olmuştu. Üsküdarlılar belki bu hususta diğer semtlere göre daha bir serbestliğe sahipti ve Cemal Paşa Üsküdar’da şahit olduğu çirkin ve genel adaba aykırı bulduğu bu durumu ortadan kaldırmaya karar vermişti.
İcraata girişeceğini o tarihte son Zabtiye Nazırı olan Farukî Sami Paşa’ya resmen bildirdi. Aşağıdaki belge bu bildirime aittir ve Cemal Paşa’nın imzasını taşımaktadır. Farukî Sami Paşa tarafından nazik bir şekilde reddedilen bu girişim uygulama olanağı bulamadı ancak "Cemal Paşa’nın entari yasağı" olarak tarihte yerini aldı.
Osmanlılarda o tarihe gelinceye kadar sayısı belirsiz nizamname ve buyrulduyla halkın giyim-kuşamı üzerinde devletin tasarrufları olmuştur. Kıyafet yasaklarına dair padişahların hatt-ı hümayunu doludur. Üstelik bu nizamların bazısı keyfî, bazısı sırf kadınların onu bunu giymemesine yönelikti. Bazen israfın engellenmesi, devletin moda yüzünden ithalata para ayırmaması gerekçeleriyle de kıyafet yasakları olmuştu. Hatta II. Abdülhamid terör korkusuyla çarşaf ve peçeyi bile yasaklatmıştı. Yeniçerilerin katliamından yıllar sonra bile zeybek kıyafetlerinin imalatı, giyilmesi kesinlikle yasaktı ama baş edemediklerinden o kıyafetler ortadan silinmemişti. Ahmed Vefik Paşa zeybek kıyafeti olmasa da mahalli kıyafet olarak bugünkü kılıç kalkan ekiplerinin birebir aynısı kıyafetle gezen Bursa delikanlılarının elbiselerini eline aldığı makasla keser, yırtıp atardı.
Sanki böyle bir yasak geçmişi yokmuş, Osmanlıları ilk defa kıyafet yasağına maruz kılmış gibi Cemal Paşa’yı buradan vurup dalga geçmek isteyenlerin bu meseleyi kasten büyüttükleri apaçık bir gerçektir. Üstelik önceki yasaklarla hiçbir benzerliği olmayan ve tamamen haklı sebeplerden yola çıkılmış yerinde bir yasaktır ancak yürürlüğe girmemiştir.
ENTARİ YASAĞININ BELGESİ
Üsküdar Mutasarrıflığı
Aded 227
Zabtiye Nezaret-i Aliyyesine

Saadetlü Efendim Hazretleri

Memurîn ve ahaliden birtakımlarının kıyafet-i asliyelerini terk ile entari ve kürk gibi şeylerle sokaklarda gezmeleri ve kahve ve gazino gibi umumi mahallerde oturmaları çirkin ve adab-ı umumiyeye kat’iyen muhalif olup badema Üsküdar Mutasarrıflığı dairesi dâhilinde bulunan memurîn ve ahalinin elbise-i asliye ve zâtiyelerinden başka kıyafet ve libasla gezmeleri suret-i kat’iyede men’ edilmiş olduğundan tarih-i ilandan itibaren bir hafta sonra bu kıyafette görünenler zabıtanın tenbihatına muhalif harekette bulunmuş addolunarak haklarında mücazât-ı [cim harfinin noktası unutulmuş] lâzime icra kılınacağı malum olmak üzere keyfiyetin evrak-ı havadisle ilan ettirilmesi hususunda Matbuat-ı Dâhiliye İdaresi Müdiriyet-i Aliyyesi’ne yazılmış olduğu maruzdur. Ol babda emr u irade efendim hazretlerinindir. Fî Cemaziyelevvel sene 327 ve fî Mayıs sene 325. [23 Mayıs 1909_Mutasarrıflık belgesinde gün yazılı olmasa da Zabtiye tahriratında 10 Mayıs tarihli olduğu yazılıdır.]
Üsküdar Mutasarrıfı
Erkân-ı Harbiye Kaymakamı
[İmza] Ahmed Cemal



10 Şubat 2024 Cumartesi

DÖNME VEYA DEVŞİRME OLMAK DA ZOR ZANAAT

 

Osmanlının başına gelen her kötülüğün sebebini devşirmelere, dönmelere, Yahudilere yıkanların haddi hesabı yoktur. Günümüzde bir seviye daha atlayan bu güruh, artık sadece dönmelerle, devşirmelerle uğraşmıyor, kafasındaki ilkel politikaya uymayan öz be öz Türkleri bile devşirme ve dönme olarak nitelendiriyor. Oysa Kanuni devrinde Anadolu’yu gezmiş ve seyahat anılarını günlük halinde toplamış bir seyyah olan Hans Dernschwam’ın bugünkü görüşün tam aksine tespitleri bulunuyor.

«Bütün memleketlerde ve Hristiyan âleminde ne olup biterse bundan Yahudilerin malumatı vardır. Bu sebepten onlar, Hristiyanlık aleyhine Türklerin faydalandığı büyük hain ve casuslardır. Ötede beride başıboş dolaşan İtalyan, İspanyol, Hırvat, İslav, Macar ve Alman gibi muhtelif milletlere mensup Hristiyanlığa ihanet etmiş sayısız dönmeler Türklerden daha beterdirler. Bunlar bütün memleketi dolaşır, etraftan gizli bilgi toplayıp geri dönerler. Bizim askerleri şöyle bir gözden geçirsek aralarında pek çok sünnetli vardır. Bunlar vaktiyle Türklere karşı savaşmış ve esir düşmüş olanlardır. İstanbul'da Ulmlu böyle bir bıçakçı tanıdım. Bu herif serbestçe şuraya buraya gitmiş, bütün Avrupa'yı dolaşmış, sonra da İstanbul'a gelmiş ve çalışmaya başlamış. Bu tip insanlar Eflâklı, Sırp ve Macarlar arasında pek çoktur. Hepsi de Alman milletine kızgındır, bu yüzden onlar aleyhine her hainliği yapabilirler.» (sf. 152)
«Budin’den İstanbul'a doğru yola çıkarken Tuygan Paşa yanımıza bir çavuş ile iki yeniçeri katmıştı. Bunlar kaşarlanmış, hilekâr, hinoğluhin kimselerdir. Hemen hepsi de genç yaşta Hristiyan memleketlerden devşirilmiş, yahut da harplerde esir düşmüş ve sünnet edilerek Türk olmuşlardır. Harplerde bunlar öteki Türklerden daha kötüdür. Hristiyan esirleri asla serbest bırakmazlar. Zira kendileri bizzat köledirler ve kölelikten başka bir şey bilmezler. Fakat hepsi de padişahtan gündeliklerini muntazaman alırlar. Bunların haddi hesabı yoktur. Bizde böyle bir şeye inanılmaz. Bir defa gelip birliğine katılan bir daha ayrılmak istemez. Menfaati uğruna anasını babasını unutup inkâr eder. Tıpkı Bosnalı bir domuz çobanı iken padişaha damat olan Rüstem Paşa gibi. Rüstem Paşa’nın kardeşi Sinan Paşa da böyledir. 1514 yılında (çeviride 1514 yılı sehven yazılmıştır. Kronolojik olarak 1548-49 olmalıdır) padişah İran şahına karşı sefere çıkarken onu İstanbul’a sadaret kaymakamı olarak bıraktı. Bunların hepsi de çiftçi çırağı idiler. Yine de öyledirler. Böyle insanlar şerefe az itibar ederler. Zira kendilerinde yok ki. En küçüğünden en büyüğüne dek herkese despotça davranırlar. Velhasıl işini yoluna koymasını bilen domuz çobanlığından paşalığa yükseliyor.» (sf. 64-65)
Bu örneklerin dışında kitabın birçok yerinde yerli Rumlar, Ermeniler, Sırplar ve ne kadar gayrimüslim Osmanlı tebaası varsa hiçbiri için iyi sözler sarf edilmiyor.
Hans Dernschwam, İstanbul ve Anadolu’ya Seyahat Günlüğü, Çev. Yaşar Önen, Ankara 1992.

GAZAVÂT-I HAYREDDİN PAŞA

Her Türk çocuğunun ortaokul sıralarında ilk okuyacağı kitaplardan biri olmalıdır. Türk Milli Eğitimi’nin bu zamana kadar Gazavat üzerine eğildiğine, talim ve terbiye açısından tavsiye ettiğine dair bir malumata ulaşamadım. MEB tavsiyesi 100 Temel Eser dizilerinde de göremedim. Oysa Türk Tarihi’nde “Barbaros Hayreddin’in Anıları” tarzında etkileyici, kolay okunur ve ibret alınır kitap sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Yazıldığı devirden itibaren olağanüstü ilgi gören, 1578'den itibaren İspanyolca, İtalyanca ve daha birçok Batı diline, ayrıca Arapçaya çevrilen Gazavâtnâme'nin çok sayıda yazma nüshası dünya kütüphanelerinde yer alır. Bu yaygınlığına rağmen Türkiye’de yeni yazıya aktarılması son 40 yılın işlerindendir.
Topkapı Sarayı Revan Kütüphanesi 1291 numarada kayıtlı Gazavât'ın başında, Şehzade Mehmed'e ait olduğuna dair bir kayıt vardır. Gazavât-ı Hayreddin uzmanı Dr. Gallotta'ya göre bu şehzade, Kanunî'nin 1543'te ölen oğlu Şehzade Mehmed'dir.




Paris'te Bibliotheque Nationale Türkçe Yazmalar 1186 numarada kayıtlı Gazavât'ın ikinci bölümü olan nüshanın temellük kaydında, Osmanlı yazısıyla "Maliki (sahibi) Nikolaki Dimitrakioğlu” ibaresinin varlığı, bu kitabın şehzadelerden gayrimüslim tebaaya kadar geniş bir okuyucu kitlesine sahip olduğunun göstergesidir.



Yapılacak iş, dil ve hacim açısından her yaş ve eğitim grubuna göre, mükemmel baskılı “Barbaros Hayrettin Paşa’nın Anıları “kitaplarının hazırlanarak okullara ücretsiz dağıtılmasını sağlayacak bir mekanizmanın kurulmasıdır.






İKİYAPRAKLIZADE


İbnülemin yazmaları arasında "İkiyapraklızade Seyyid Mehmed Nesib Divanı" adlı bir eser gördüm. Divanın adını da İbnülemin kendi hattıyla iç kapak sayfasına yazmış. Nesib Efendi'nin lakabını ilk okuduğumda yüzümde ister istemez mütebessim bir çehre oluştu. Kimmiş bu İkiyapraklı diye bir gugıllayalım dedim ama adamın adını herkes "İkibayraklı" diye yazmaya özen göstermiş. Kim bilir, "yaprağım" diye seslenenler olmasın diye mi bu gayretkeşlik. Öylesine bir lakapmış işte.

 


AYASOFYA FOTOĞRAFI


Şu çektiğim Ayasofya fotoğrafının neredeyse 20. yaş günü gelmiş. Sultanahmet Ticarethane Sokağı'ndaki Osmanlı Arşivi binasında, Tanıtım Grubu olarak çalıştığımız odada 18 Nisan 2005 günü çekmişim. O gün enteresan bir şekilde Marmara Denizi tarafı koyu külrengi bir hale bürünmüş, Topkapı-Silivrikapı tarafından Ayasofya üzerine vuran güneş ışıklarıyla görülmeye değer bir manzara ortaya çıkmıştı. İşte o günün ürünü bu fotoğrafta, görüntü üzerinde en küçük bir oynama yoktur.



İNSAN SURETLİ HAT LEVHASI


İslam'ın büyük bir çoğunluk tarafından kabul edilen yorumlarına göre resim ve heykel haramdır. Fetvalara, fıkıh kitaplarına, ilimlerin tasnifiyle ilgili eserlere göre bu böyledir ancak şimdilerde yok şöyledir, yok böyledir diyerek fotoğrafa dair serbestlik içeren cılız yorumlara bile suyun başını tutan ulemadan ciddi itirazlar gelmektedir. Heykel bahsine hiç girmiyorum, o konuda fotoğraftan, resimden daha katı ve hırçın oldukları herkesin malumudur. Buna rağmen resim haram diyenlerin neredeyse hepsi, saniyede 30 kare fotoğrafın oynatılmasıyla elde edilen video filmleri çekerek, çektirerek, bu videolarda bile resim haramdır demeye devam ediyorlar. Eskiler de içlerinden coşup, taşan sanat aşkını teskin edebilmek için bulabildikleri her çareyle bu yasaklara rağmen bir şeyler yapmaya, üretmeye çalışmışlar. Kimi nakkaş olup nakşetmiş (minyatür), kimisi hattat olup hat ile resim çizmiş. Hattatların amentü kayığı, leylek tasviri içeren birçok eseri mevcuttur. Bir de Hurufilik itikadıyla karışık "surat" tasvirleri vardır ki bunlar başlı başına bir ekoldür. Bir yazmada böyle bir hat eserine rastlayınca paylaşmadan edemedim. Hattatın biri, ruhunu teskin edebilmek uğruna "Ya Kadıye'l-Hacat" duasını insan suretine büründürdüğü gibi adamın alnının tepesine de Rumî-Barok karışımı motiflerden saç ekmeyi ihmal etmemiş.